20.11.15

huzurla uyusun diye...

O gün, camiden mezarlığa giderken cenaze arabasına bindik 3ümüz. Annem, ablam, ben.

Başbaşa kaldık babamla. Ona güç verdik kuvvet verdik dualarımızla. Bize eşlik eden imama 'babam şimdi napıyor, nerde' dediğimde Allah ondan razı olsun. Öyle güzel anlattı ki.. 'o bizi işitiyor'...

Elbet hepimizin başına gelecek. Kayıp yaşayacağız. Ufak tefek aklımdan çıkmayan ve sevdiklerini kaybedenlere tavsiye olsun diye yazacaklarım var.

Vefatından sonra yalnız bırakmayın.
Sizi işitebileceği bir yerde. Ona onun yanında olduğunuzu duyurun. Onun da kahrolacağı kadar çok ağlamayın çünkü size 'ağlama, kıyamam' dediğini duyuracak bir halde değil.
Dualar edin. Yaptığı iyiliklerden bahsedin.
Ve toprağa verdikten sonra onu öylece bırakıp gitmeyin.
Herkes görevini yapar çeker gider siz gitmeyin. Herkes gittikten sonra melekler onu sorguya çekmeye başlayacaklar.
Onun en zor sınavı o zaman başlayacak. O sırada dualar edin. Onun yanında olun.
Destek olun, yalnız kalmasın. Yasin, amme ve tebareke her Perşembe ya da Cuma okuyorum babama ve tüm ölmüşlerimize.

Hepsi yerlerinde rahat uyusun.




Teşekkür..


Yanımızda olan ve olduğunu hissettiren herkese teşekkür ederiz. Arayanlar, mesaj atanlar.. Ben bu acıyı yaşayana kadar baş sağlığı dilemeye bile çekinirdim oysa ne önemliymiş 'mekanın cennet olsun' diyebilmek. Haber alıp da yanımıza gelen en sevdiklerim.. Gördükçe gözlerimi dolu dolu eden kıymet bilenlerimiz. O en zor günümüzde ve babamın en zor yolculuğunda dualarınız ona kolaylık verdi inanıyorum..
Cenaze sonrasında herkesi arayıp tek tek teşekkür edip tekrar tekrar sarılmak istedim.
Uzun zamandır görmediklerim, işlerini bırakıp gelenler, kızımın okul arkadaşlarının güzel anneleri Funda, Sibel, Pınar...
O kadar üzgünken bir o kadar da sevindim ki babamın son yolculuğuna eşlik etmenize...
Herkesi tek tek arayıp konuşmak istedim ama öyle değişik bir durumda oluyosunuz ki, ne telefon ne başka bişeyi elime almadan gece gündüz hem mezarlıkta hem evde ona dualar ettim.
O evlatlarına çok merhametli bir babaydı, sen de ona merhamet et Allah'ım diye...


sen jorj ben selamet.

Annemin hastane enfeksiyonu kapmasıyla tanıştığımız ismi garip, kendi huzur veren hastane meğer ikinci evimiz olacakmış bilemedik.
Babam da sen jorj'lu oldu. Benim okumamı istediği okullardan birinin hastanesine kendi yattı. Avusturya Lisesi'nin yanıbaşında.
Sanki burada huzur buldu. 
Gider gitmez verdikleri tavsiyelere bayıldık.
Mesela her gün et suyu istediler. Sevdiği şarkıyı kaydedip getirmemizi istediler. Sevdiklerinin seslerini istediler. Kulaklıkla dinlettiler.
Bu arada benim babamla ilgili umudum varmıydı, maalesef yoktu. Kalbi durup da makinelere bağlandığı, kanama geçirdiği gün herşeyin bittiğini kabullenmiştim.
Ama en azından çiçekler gibi bakılacaktı.
Bitkisel yağlarla önceki hastanede açılan yaraları kapatıldı. 
Bebekler gibi bakıldı son gününe kadar...
Defalarca Allah razı olsun diyebildiğimiz yopun bakım ekibini barındıran, babamı orda kaybetmemize rağmen hala oraya adım atabildiğimiz hastane gibi görünmeyen sevgi yuvası orası.
her branşta bir doktor var ve hepsi müşteri değil hasta gözüyle bakmayı bilen merhametli insanlar. hatta orada bizimle aynı kaderi paylaşan hasta yakınlarıyla dostluğumuz ve diğer yatan amcaları ziyaretimiz hala devam ediyor.
Bizi bizden iyi kimse anlamaz diye sarılarak ağladığımız babamın yoğun bakım arkadaşları hüsamettin amcanın kızı Gamze, oğlu Ahmet, Ali abinin eşi Birgül abla, memleketlimiz Hüseyin amcanın kızları hepsi kader arkadaşımız.
Allah tüm hastalara şifa, yakınlarına sabır versin...


Onisan!

On nisan.
babamı hastaneye kaldırdığımız tarih.
nisan. Hem kızımın hem oğlumun doğum günlerinin olduğu ay.
Oğlumun 1 yaşına giremediği, kızımın 5 yaşına basamadığı o nisan.
19 ekime kadar direnen babamı hayata tutundurmak için geçirdiğimiz ve hepbirlikte savaştığımız o 6 ay.
nisan mayıs haziran temmuz ağustos eylül ekim.
koca bi yaz geçti.
tam iki bayram geçti.
Annemin doğum günü, babamın doğum günü ve en son ablamın doğum günü geçti gitti yoğun bakım odasında babamın başucunda.
Acıbadem'de geçirdiğimiz tatsız süreç olmasa eminim babam aramızda olacaktı.
ama ne demeli koca bir hiç.
annem acıbadem'in yoğun bakım katında saati belli olmayan görüş saatlerinden birini beklerken enfeksiyonlu hastaların müşaade odasının tuvaletini kullandığımızdan gribal mikrop kaptı.
Hemen inelim bi doktora desek de tutturdu 'beni buradan çıkarın Avusturya Hastanesine götürün'
Dediği hastane galata kulesinin orda.
hiç gitmemişiz.
babamı görme saatlerini ısrarla beklediğimiz için ayrılamıyoruz da.
ablam aldı götürdü.
'Anne nerden buldun bu hastaneyi, nerden aklına geldi, bu kadar yol gelinir mi' diye diye varmışlar.
Müşaade altına almışlar. İlaç tedavisi ve annem bi anda toparladı.
ablam o hastanede yatan annemden haber verirken ben babamdan haber yolladım.
İki kız kardeş bu kötü dönemde çok iş düştü. Çok acı düştü payımıza. Paylaştık. Kardeş şart!

ve çok papiller.

Gecem gündüzüme karışmış.
Çocukları görmez olmuşum.
Hastanenin muhasebesiyle ayrı didişme, doktoruyla ayrı didişme içindeyim.
Babamdan bir ışık görme umuduyla saatlerce yoğun bakımda görüş için izin beklerken
Ta ta ta tam!
Babama Trakeostomi açılacakmış. Gırtlak seviyesinin altından nefes alabileceği bir delik.
ve bu ara Hasan da kulağında hafif bi ağrı şikayetiyle doktora gitti, KBB'ye.
Tiroidlerine baktır demiş gittiği doktor.
Baktırdık.
Hah.
Sintigrafi, biyopsi vs.
ve sonuç
Papiller Karsinom. (tiroid kanseri)
Babamda  eşim de aynı gün aynı yerlerinden operasyon olacaklar!
İkisine de ağla, ayrı ayrı ağla. Otur anca ağla.
En masum cinsiymiş bu kötü hastalığın.
Tabi süreç ve psikolojik etkileri bizi yıkmaya yetti.
Bir hafta içinde bu alanda uzman doktorlarla görüştük ( Mete Düren - Tarık Terzioğlu - Yusuf Bükey)
Hepsi alanlarında gerçekten iyi.
Tercihi eşime bıraktık.
Elektriğin kiminle tutarsa o yapsın operasyonu dedik.
Prof. Dr. Tarık Terzioğlu'na bayıldık.
Amerikan Hastanesi'nde gerçekleşecek operasyon için randevulaştık.
Başarılı bir operasyonla tüm tiroid ile lenf bezleri alınarak temizlendi.
Ameliyat öncesi ve sonrasında lüzumlu lüzumsuz tüm merakımı gideren, ne zaman arasam rahatlıkla ulaşabildiğim ve güven veren sesiyle hep beni telkin eden Tarık Hocama ne kadar teşekkür etsem yetmez :)
Sonrası da daha fena daha karışık.
Atom tedavisi ve iyotsuz diyet süreci.
O zaman da Amerikan Hastanesi Nükleer Tıp Bölüm Başkanı Prof. Dr Onur Demirkol'la tanıştık.
Hastalık kötü, vesileler kötü ama tanıştığımız herkes o kadar pozitif ve o kadar güzel ışıklar saçıyorlardı ki.
Onur Hoca çok çok çok yoğun. Onu ayrı sevdim. Neden derseniz. Bizim taraflı :)
Bizim çok ümitsiz olduğumuz anlarda azarlayacak ya da hadi gelin İzmir'e yerleşelim bırakalım bu kalabalık şehri diyecek kadar da cana yakın.
Her gün kaç hastaya 'kanser'in misafir olmaya geldiğini söylüyor ve kaçının dermansız olduğunu bilip de dile getiriyor bilinmez.
Biz dertlenirken 'birazdan çok az ömrü kalan bir hastaya konuşma yapacağım, bi bırakın gidin sapasağlam oldun atom da işe yaradı sıkıntı yapmayın' diye şımarıklığımızı bastıracak kadar da güçlü bir doktor.
Hani Allah kimseyi düşürmesin ama düşecekseniz de bi ucundan köşesinden kendinizi bu ekibin güleryüzlü ve başarılı ellerine teslim edebilirsiniz.

çok acı badem!

Acıbadem'e bi kapak atsak sanki babamı hemen toparlayacaklar gibi geliyor.
Ama nerde.
Sorular, sorular.
Babamın gözleri yuvalarından fırlayacak gibi.
Devamlı kusuyor.
Öncesinde beynine pıhtı attığından bahsediyorum.
Tansiyonuna bakın diye yalvarıyorum.
Hala sorular..
Annem geliyor.
Babam hala kusuyor.
Tansiyon almakta zorlanıyorum diyen acil sorumlusunun o andaa ölçemediği tansiyon yoğun bakımda 30 çıkıyor.
Sonrası.. sonrası yok gibi var gibi...
Diyeceğim şudur ki;
Allah kimseyi yoğun bakıma düşürmesin ve yoğun bakım kapıısnın dışında bekleyenlerden etmesin. Ama en önemlisi Acıbadem'e düşürmesin!
Hasta değil müşteri kazanma/kaybetme kaygısı, yoğun bakımdan odaya çıkarıp para kazanma hırsı ve odaya çıkardıklarında geç teşhis sebebiyle insan hayatını sıfırlamaları, bizim ve bizimle birlikte aynı mağduriyeti yaşayan o anda yakınlarıyla tanıştığımız en az 4 hastanın başına gelenlerden bazıları...
Öyle ki, yoğun bakım hastasını odaya atıp pardon çıkarıp, gün geçtikçe daha çok şişen koluna atan pıhtı ve tıkanan kalbe giden damarlara alerji teşhisi koyup önemsemediler.
Kalbi durdu!
Ve tekrar apar topar 'kaybediyoruz' diyerek yoğun bakıma indirip makinelere bağlı nefes alır duruma getirdiler.
'Babam acı çekiyor mu, ne olucak durumu' diye nazikçe sorduğumda; 'ne demek durumu ne olacak, yürümesini beklemiyorsunuz heralde, dün başına neler geldi bilmiyo musunuz, kalbi durdu, 15 dakika uğraşıldı, o sırada kaburgaları kırılmıştır, ne bekliyosunuz ki' diye küstahça konuşabilecek doktorları var ve tüm bu sözlere susmak zorunda kalmak var o cehennemin içinde..



Nisan 2015

Yine Datça'dayız Sinem, Simre ve ben.
İstanbul'u öyle sevmiyorum ki; dönüş tarihimizi sürekli geciktiriyorum.
Ablam söyleniyor 'dönün artık' diye.
10 Nisan'da dönüyoruz İstanbul'a.
Babam yan apartmanda.
Onlara yemeğe gidiyorum.
Köfte, patates en sevdiği yemek.
Artık eve geçelim diyorum.
Annem de arkamızdan dışarı çıkıyor.
15 dakika sonra babamın bakıcısı arıyor 'gelir misiniz, babanız fena oldu'.
Saniyeler içinde yanındayım.
Babamın iki gözü de kendi etrafında dönüyor. Çok hızlı. Kontrolü dışında.
O an duyduklarım son sözleri olucakmış. 'kurtar beni kızım'..
Ambulans, annem, Hasan arıyorum hepsini.
Ama durum bi garip, beklenemez halde.
Yaşar'la Babamı kucaklıyoruz. Kusmaya başlıyor.
O an onu son görüşüm ve duyuşum olabileceğini aklımdan çıkarmaya çalışıp Acıbadem Bakırköy'ün aciline götürüyoruz.
Gidiş o gidiş.
Hepimiz için cehennemin kapısından giriyoruz.


16.11.15

Babamdan sonra..

Yazıcam, olmuyor...
Tam yazıcam, yutkunuyorum.
Tam yazıcam, ağlıyorum.
Tam yazıcam, kaçıyorum.
Tam yazıcam, fotoğraflara dalıyorum.
Tam yazıcam, vazgeçiyorum.
Babamdan sonra;
Büyüdüm mü, küçüldüm mü bilmiyorum...
Bi garip oldum, onu biliyorum.
O hem asil, hem çok yakışıklıydı.
Küçüklük aşkımdı.
Evleneceğim erkekti..
Tarık Akan'a hayranlığım ondandı.
Uzun boyu, yeşil gözleri, güzel dişleri, ellerinin uzun parmakları ve beyefendiliğiyle veli görüşmelerinden sonra arkadaşlarımın etrafıma toplanmasına sebepti benim babam...
Bir vardı, bir yok oldu.
Masal gibi hayat.
Yine yazıcam, olmuyor.
Tam yazıcam, yutkunuyorum.
Tam yazıcam, ağlamaktan hiç olmuyo...
Esas tam dökülücem, annem ve ablam okumaya dayanamaz diye yazamıyorum.
O gitti.
Bilgisayarımda, çekmecelerde önce gülümseten sonra hüngür hüngür ağlatan fotoğraflar dışında sığındığım, dualarla yanına koştuğum mezarlığı var ona ait bana kalan.
Bi de biz; annem ve ablam...
Anladım ki;
Hasta da olsa, yoğun bakımda da olsa, bilinci kapalı öylece yatıyor da olsa, hatta gasilhanede buz gibi öptüğüm hali de olsa keşke olsa da Sitare'nin babası 'artık yok' olmasa...

11.3.15

Girişimsiz ruhum girişti :) dapdaze

Huyumdur kendim girişemem, girişimci ruhlara destek olurum anca 

Tamamen 'yüreğinin götürdüğü yere git' denen bir vakitte, yol arkadaşımSinem Ekici ile yollara düşüp de Palamutbükü'ne vardığımız ve yavaş yavaş yerleştiğim yer ve bereketli ürünleri ile ilgili...

Biz gittik, gezdik, gördük... Sonra annem Incilay Gürayca nın boş bir anına gelecek ki; kandırdık!? smile ifade simgesi ve tam da istediğimiz yerde badem ile zeytin ağaçları ile dolu bir tarla edindik smile ifade simgesi


Hiç bilmediğimiz bir yerde, hiç bilmediğimiz adımlar atmak bazen zor, bazen keyifli oldu.

Ama eminim annem için oldukça yorucu oldu. 'Madem bu kadar organik bir hayat, herşey doğal o halde evimiz de taştan olmalı, doğadan nefes almalı' dedi ve büyük bir işe girişti...

Taş ustası maceraları, kepçeci, malzemeci, çağlaları çalanı, bademleri kaçıranı bir yana bırakırsak şu anda geldiği nokta ve çiçek açan ağaçlarımız bizim için şükür sebebi...

Derler ya, yanlış yapa yapa doğruyu bulursun ya da ağlamazsan gülmezsin diye...

Annemi sükut-u hayale uğratan ustalardan yarım kalan işleri teslim alan ve büyük yol kateden sanatkar taş ustamız Ali Ihsan ile Allah şaşırtmaz ve bir engel çıkarmazsa muhteşem bir konak yapıyoruz 
smile ifade simgesi








Yine girişemeyen ruhum işten bahsetmeyi unuttu 
smile ifade simgesi
Datça'nın ÇAĞLA'sı, BADEM'i meşhurdur. ZEYTİN'i ve tabiki onları sıktırınca ZEYTİNYAĞI ve annemle beni itinayla sokan arıcıkların BALları...

İşte onları sizlere ulaştırmak için giriştim bakalım, hayırlısı :)

31.1.15

Kaçtım geldim :)

Doğum yaptım.

Yaz boyunca Palamutumunbüküne kaçtım.

Ordan selamladım herkesi :)

Simsim tam bir deniz kızı edasıyla sabahtan akşama kadar kolluksuz yüzme çabası gösterdi ve son zamanlarda kendini suya atı atıverip yüzmeye başladı :)

Annem taş ev ısrarında; imkansızlıklarla dolu bir şekilde, çalışanlarını ite kaka evin temellerini attı.

Tarlamızda bademlerimiz oldu.  Yaz bitti. Biz İstanbul'a döndük.

Tümtüm büyüdü, küçük adam oldu.

Uzun zamandır yazmadım.

Elime bilgisayarı alıp da, klavyenin başına geçtiğim zaman iki çocuktan birine ihanet edicekmişim gibi geliyor.

Zaten birbirinden zaman çalarak sevip kokluyorum gibi geliyo bi de blogda yazarak aldatmiyim cucusleri :)


27.4.14

Bi avazda!?!

Sağolsun hamileliğimde görüştüğüm herkesin tek duası 'Allah bi avazda kurtarsın'dı.

İçlerinden birisi öyle içten dua etmiş ki, bildiğin bi avazda doğurdum! :)

Ta ta ta tam!

Ben akşam yoga yapıp yatar mıyım!

Gece saat 01.30 belimde hafif bi sancı. Ama uykumu bölecek cinsten değil. Hadi uyumaya devam Sito.

Saat 02.00 ben en iyisi bi tuvalete gideyim. Gün içinde çok yedim yine!!

Hay Allah, belim de çok ağrımaya başladı.

Saat 02.10 Alllaaah... ne fena bi sancı, yatsam geçer mi?!

Haso'yu uyandırdım. Galiba doğum sancısı bu.

Ama olamaz ki. (9 aylık hamileyim, hala nasıl olamaz ki diyosam) :)

Simre'deki gibi düzenli aralıklarla gelmiyor. Arada ağrısız dakika geçmiyor. Hiç de doğum sancısı değil bu.

Haso: 'tamam sen bi bak bakalım'..

Peki ben bi bakayım. (oturdum bekliyorum) bekleyelim bakalım. 'Ya bi dakka ben dayanamıyorum artık!!!'

Haso: 'sito ne bekliyosun, hadi kalk gidelim'

Doktoru aradım. 'sanırım doğuruyorum' dedim ama daha fazla konuşmaya hiç halim yok...

Saat: 02.15 Allah'tan annem yakınımızda.. Hemen hazırlandık.

Sancıdan kıvranıyorum. Simsim'in odasına bi göz attım.

Garip bi duygu.

4 sene önce benzer sancıyla doğurduğum kız, kıvrılmış odasında uyuyordu.

Şimdi de ben yeni bir bebek için, onu yatağında bırakıp hastaneye gidiyordum.

'Dönebilir miydim' sorusu bile aklıma geldi..

Bu arada Sancılarım dayanılmaz hal almıştı.

Yardımcımızı uyandırdım 'doğuma gidiyorum' diyemedim, halimden anladı...

Günlerdir güneşli olan hava bozulmuş; şakır şakır yağmur yağıyordu.

Haso da sağolsun 'yağmurda kaymayalım diye yavaş yavaş' gidiyordu.

Sancılardan ben mi 'yavaş' gibi algılıyorum diye düşünmüştüm ama doğumdan sonra itiraf etti; mümkün olduğunca 'yavaş' gitmiş :)))

Bakırköy'den Şişli Memorial'a doğru yoldaydık. Haliç'i geçer geçmez kasıklarımda bişey 'çat' etti.

O an bittim. Ne nefes egzersizleri, ne rahatlatan düşünceler hiçbiri bir işe yaramaz olmuştu.

Hastaneye vardık.

Doktor odalarının katına çıkardılar. 'Doğuruyorum, Altuğ Semiz'i arayın tek diyebildiğimdi.

'Anne, Haso siz arayın, hadi gelsin.'

Nöbetçi doktor, odasından yavaşça doğruldu. Ya da herşey bana o kadar yavaş geliyordu ki!

Bu ilk doğumuz mu? İlki de normal miydi? Bi bakalım ne durumda, açılma var mı vs. vs.

Ya doktor doğuruyorum!!!

O arada suyum geldi. Doktor muayene etmeye niyetlendi ki; gözleri fal taşı gibi açıldı!

Doğum başlamış!! Ebe çağırınnn! Doktorunu arayın! 10 cm açılmış! Bebek geliyor! Sakın ıkınma!!

Hastabakıcılar asansörü nasıl tuttular, beni nasıl uçurdular, nasıl doğum odasına girdik saniyeler içinde oldu hepsi!

Doktorun korkusu, asansörde doğurmammış :)

Doğumhanede bi lamba, ayaklı bişey. Ayağı kabloların üstüne denk gelmiş. Sabit durmuyor. Üstüme düşüyor. Doktorun kabloları görücek hali yok. 'tutun lambayı düşmesin, niye düşüyo bu lamba!?'

Ona annem el atıyor, 'durun kabloları çekeyim, düzgün durur' :)

Annem doğumhanede! Eli elimde! Halbuki 3 gün önce ablamlarla konuşurken kararımız şöyleydi.

Annem Simre'yle kalacaktı. Hastanede ablam bulunacaktı.

Çünkü bi öncekinde, ben 12 saat sancı çekerken annem de ayrı bi yerde sancı çekiyordu.

Farketmiştim.

Bebeğin gelişi değildi onun beklediği, sancılarımın sona ermesiydi. Dayanamıyordu sancı çekmeme.

Sinirle bakıyordu etrafa...

O yüzden dedim ki, 'dayanamıyorsun, lütfen sen bulunma. Hem ablam çok güzel masaj yapıyor belime.'

Ama şimdi? Bi baktım annem yanıbaşımda. Elimi hiç bırakmadı.

Belimden itibaren beni koparsınlar dediğim sancılar bitmek bilmedi.

Bu arada saat 03.10

Doktor benden panik. Bebek artık yolun sonunda. Çektiğim sancılar az sonra bitecek. Maksimumdayım zaten!

Ama o nasıl panik. O arada bi de dedim ki; 'bebeğin boynunda kordon var, siz açabilecek misiniz?' :)

'bebeğin boynuna dolanmış kordon için sezeryana almam, açarım ben, sen rahat ol' diyen doktorum yetişemedi :( Biliyorum o da yolda, yolun sonunda :)))

Biliyorum ki benim doktorum yapabilir. O halleder. E peki daha önce hiç görmediğim nöbetçi doktor??

Dua edebiliyorum sadece...

Doktor hala panik, gözleri faltaşı gibi açık...

03.12

ve bizim hızlı savaşçı piyasaya çıkar!

kordonları açarlarken bi ara annemin elini uzattığını görüyorum.. Bi eliyle benim elimi tutarken bi eliyle kordona da el attı :)

O sırada doktorum Altuğ Semiz'in sesini duydum. Yetişti, yetişti! en azından bana yetişti :) O beni toparlarken bebek de bebek doktoruyla bakımdaydı.

Nöbetçi doktor da, bi süre kendine zor geldi sanırım :)

Kim der ki; sakin sakin gece nöbeti tutarken birden 'doğurmak üzere' olan bi cadı gelsin.

Bi de zaten panik olan doktoru iyice panik etsin. 'bakın kordonlar dolanmış ama' 'bakın suyum da yoktu benim ona göre' :))

Sabah saatlerinde ziyaretime önce nöbetçi doktor geldi. Dinlenmiş gibiydi :)

Biraz doğumumdan bahsettik.

Arabada da doğurmam muhtemelmiş!? :)

Doğum odasına yetiştiremeyecek diye panik olmuş.

En son odadan çıkarken 'işte hayat, oluyor bazen böyle şeyler' dedi :)))

Valla ben de neye uğradığımı şaşırdım. Herşey 1 saat içinde oldu. Hastaneye son anda yetişmişiz.

Ama nöbetçi doktorun ismi öğrenemesem de hakkaten eline sağlık.. O anda paniğine panik katsam da, kendi doktorum gibi başarılı olacağına inanmasam da, tanımadığım için ön yargılı olsam da... Pişmanım. Sağolsun, varolsun :)

Bunun adı 'hızlı doğum'muş. Tüm hastane gelip tebrik etti. Bebeğin adı 'yıldırım' olmalı dediler..

Ben de yakıştırdıkları isme yakışır bir şekilde, bir an önce Simsim'in yanında uyuyabilmek için  'yıldırım' hızıyla hastaneden çıkışımı yaptım :)

Cumartesi sabaha karşı 03.12'de doğan bebeğimle birlikte aynı gün saat 23.00'te eve geldim :)

Bir doğum da böyle geçti, bitti... :)

Bir sonraki Post'ta Simsim'in hastanede kardeşiyle tanışma anı..



25.4.14

Ne zaman gelirsin paşam? :)

Günlerden Perşembe,

Bebeğin hareket ve kalp atışlarını kontrol altında tutmak için doktorum her sabah hastaneye çağırıyor.

Sabah yine NST'ye girmek üzere hastanedeyiz. 'tıktık tıktık' dinle dinle, bizim bebenin hala gelmeye niyeti yok.

Dönüşte de çikolata işini halledelim diye annemle Nişantaşı'na uğradık.

Godiva'dan bebek çikolarımızı aldık, sıcak çikolatamızı içtik eve döndük.

I ıh hala tık yok.

Suratımdan düşen bin parça.

Yine kötümser senaryolar yazmalardayım.

Simre ne güzel doğdu, ertesi gün çamaşır astım, evi süpürdüm..

Şimdi ameliyatlı mı olucam. Bebeği ilk ben göremeyecek miyim!

(sezeryan yapmak zorunda kalan arkadaşlarım 'sezeryana düşmanlığıma' alınmasınlar, ben de zorunda kalmak üzereyim, kötü bişey değil biliyorum hatta riskli bi durumda normal yapmak daha kötü bişey)

ve günlerden Cuma,

Yine NST için hastaneye geldik, bu kez Haso'yla.

Çıkışta doktorumuz dedi ki; 'Cumartesi ve Pazar da dahil gelmeye devam ediceksin. Normal gelmesini bekliyoruz son gününe kadar'

Hımm biz de hemen planlar yaptık.

Cumartesi annemle giderim. Simre ablamla olur. Pazar günü de ailecek kahvaltı etmeye çıkar, dönüşte hastaneye uğrarız.

Bu arada ablam ve Sinem'den yoğun talep var.

'lütfen haftasonu doğur. Sezeryanı önümüzdeki haftasonuna al. Çalışıyoruz, yanında olmak istiyoruz'

Sanki bi plan yapabiliyorum. Sanki bebeğin gelmeye niyeti var da bi günleri ayarlamak kaldı...

Artık iyice umutsuzum.

Bu çocuk kendi çabalarıyla normal normal gelmeyecek.

Ben iyisi mi, hastane için hazırladığım çantama tekrar göz atayım belki sezeryan için gecelik değil de pijama daha mı iyi olur..

Akşam Haso eve geldi. Simre'yi uyuttuk. Ben de yoga'ya verdim kendimi.

Kendimi, kafamı, ruhumu esnetirken o da bi yandan Genel Başkan Osman Pamukoğlu'yla telefonda.

'ee ne zaman geliyor misafir?' diye bebeği soruyor...

Ah bi bilsek, bi bilsek! diye yogaya devam ediyorum.

Pelvik egzersizler, kedi duruşu, esneme hareketleri falan filan...

Hurma da mı yesem? Kuran'da geçen 'doğum sancısında hurma'nın mucizesine inanırım.

Bu hafta doğurdum doğurdum, yoksa sezeryan tarihi alıyoruz. Hadi hayırlısı...

Ha doğurdum, ha doğurucam! :)

Simsim 37. haftada paldır küldür gelince;

Tümhan'ın da 36. haftadan itibaren gelme ihtimalini konuştuk durduk.

ve doktorumuzun 'hazır olun' demesiyle. Ha doğurdum, ha doğurucam şeklinde gezmeye başladım.

Ama gelen yok giden yok...

Nerede bu çocuk.

37. hafta oldu tık yok.

Bi baktık, kordonları da dolamış mı boynuna!?

Ultrasona bakarken kendi kendine konuşan doktorumun 'tüh ya, normal doğum yapıcaktık' demesine şahit oldum ya.

Aldı mı beni bi panik!

Demek ki riskli bişey var, demek ki sezeryanla alıcak, demek ki demek ki.. diye diye ettim kendimi iyice panik :)

Oldu 38. hafta. Hala tık yok. Bi de üstüne suyum azalmamış mı!? İki kere kordonu boynuna dolamış, bi de suyum da azalmış.

Başladık her gün NST'ye girip bebeğin kalp atışların ve hareketlerini dinlemeye...

ve doktorum; '10 gün daha her gün kontrolde tutarak normal gelmesini bekleyeceğiz. Kordon sorun değil, onu ben doğum sırasında açarım ama 10 gün sonra gelmezse sezeryan' deyince...

39. hafta oldu.

Ben neden doğuramıyorum diye dolanmaya başladım ortada!

Halbuki kafam bozulduğunda 'amaaan normal doğum da neymiş sezeryan yapcam ya günü belli, zamanı belli... ' desem de arada sırada..

Normal doğurmak istiyorum. Her ne kadar normal bi tip olmasam da; doğumlarım normal olsun istiyorum :)

Hemen arkasından ayaklanmak istiyorum. Çünkü bu kez iki çocuğum var, yatıp vakit kaybedemem vs. vs.

Bu arada tüm bu olumsuzluklar varken boynuna dolanan kordon, azalan su, bebeğin azalan hareketleri; emin olun sadece biri bile olsa her doktor 'hadi sezeryan' derdi.

Ama benim normal doğuma bayılan, gündüz randevuyla sezeryana gelmek yerine, gece gündüz münasebetsiz saatlerde doğuma yetişme meraklısı normal doktorum, gerçek anlamda risk olmadıkça 'Normal' için beni bekletti...

İyi ki de beklemişiz...

Az sonra 'yıldırım' kod adlı doğum hikayem... :)


5.3.14

'maalesef Altuğ Bey'in tüm randevuları dolu :)'

İkinci gebeliğimde yine doktorum peeek sevgili Altuğ Semiz.

Bu kez beni gerçek anlamda 'çekti'! Çektirdim ona :) Ağrılarımdan yana mutsuz olduğum için gülmeyen suratımla hem kapris yaptım hem de bazen ulaşamadım diye kızdım :)

Allah kolaylık versin ona. Meraklı gebe oldu; Bunalımlı gebe. :)

Sanırım hastanenin en yoğun doktoru.

Daha önce de yazmıştım. Randevuyu öyle istediğiniz zamana alamıyorsunuz bir hafta önceden aramalısınız. 

Aksi halde 'maalesef Altuğ Bey'in tüm randevuları dolu' sesi ile karşı karşıya kalabilirsiniz.

Hadi aldınız, orada beklemek zorunda kalabilirsiniz. Çünkü sürekli bir operasyona giriyor ve saatler kayıyor..

Onu seven, tüm bu ihtimallere de katlanıyor. Öyle olmasa bu kadar yoğunluk neden olsun, bence biraz sevmeyin onu, başka doktorlara gidin de bize kalsın :)))

Ultrason sırasında doktorumun kilitlenip sessiz duruşları, o duruşunun arkasında kötü bişeyler mi var diye 'meraktan çatlayan' sorularımla sonuna geldiğim gebelik dönemini saygıyla selamlıyorum :)

Ayda iki kez gitmem gereken kontrollere 2 ay gitmediğim oldu. Neden mi? Benimle ilgilenmeyen, 'vatan milllet sakarya' diyen Haso'nun ne zaman ben ve bebekle ilgileneceğini merakımdan :)

Ama olan keyifli doktor kontrollerime oldu :) Hem ara verdiğim için azarlandım, hem daha çok vakit geçiremedim, hem de kaprislerim beni aştı :)




1.3.14

Hepar Haso, Heppartide!

Bilgisayarı açıp yazmak için az bir vaktim var.

Onu da gecce'de yazmaya ayırayım dedim. Burası beklemede kaldı :)

Hamileliğimin son dönemleri, bulantılar yoğun, ağrılar tavan...

Bu arada pek sevgili eşim Hak ve Eşitlik Partisi İstanbul İl Başkanı oldu :)

İlk hamileliğimdeki gibi beni el üstünde tutup da dizimin dibinde oturan Haso gitti yerine, 'vatan elden gidiyor' diyerek benim gebelik nazımı niyazımı hiiiiiç çekmeyen, 'akşam toplantım var' diye eve çoook geç gelen İl başkanı Haso geldi.

Tabi ki hem ne mutlu diyorum, hem de arada 'isyan' ediyorum.

Çünkü şaka maka hakkaten ilk gebeliğim gibi gezip tozabildiğim bir hamilelik geçirmedim.

Eve kapandım. Simreyle ilgilenemedim. Bulantım. Bacak ağrılarım...

Yine de 'ha gayret' diye diye partinin aktivitelerinden geri kalmadım.

Genel Başkan Osman Pamukoğlu geldiğinde koruma araçlarıyla konvoya katıldım. Tüm etkinliklerde bulundum. Ama sonra iki hafta hasta yattım ayrı :)

Bundan sonra gerekli özveriyi eşim benzerim Haso'dan itinayla bekliyoruz :)



19.2.14

Yaz kızım!

En sevdiğim şey 'yazmak'..

Ama şu i phone, i pad ve twitter sayesinde uzun uzun yazmayı unuttum.
Bilgisayar açmaz oldum...

Yazı yazmayı unuttum, unutucam derken gecce.com'da yeniden yazmaya başladım...

Arada özel haberler giriyorum, şu aralar elde ettiğim uzmanlık alanım 'çoluk çocuk' hakkında yazıyorum, kültür sanat, sinema ve  her ne kadar hamilelik süresince uzak kalmış olsam da göz ucuyla takip ettiğim kadın moda haberleri yazıyorum...

Bayılıyorum yazmaya...

Belki de konuşurken tüketmediğim kelimeleri yazarken defalarca kullanıp harcıyorum.

Belki konuşmaktan daha duygulu yazıyorum, konuşmaya halim kalmadığı zamanlarda sussam bile ellerimle yazarak anlatabiliyorum herşeyi...

Ortaokulda şiir yazmaya başladım.

Kendimin olmayan duyguları çalıp yazdım, acı çekmesem de acıların içinde boğuluyormuş gibi yazdım.. Kanatlanıp uçacak kadar mutlu olmasam bile mutluluktan dört köşeymişim gibi yazdım..

Sonra bir baktım, sahte sapan şeyler şiirler...

Çoğu kayıp zaten, az bişeyler gelmiş benle beraber bu eve, onlar da yeter; ne üstüne koyarım ne onları atarım :)

Aynı yıllarda müziğe döndü yüzüm.

Bi rock grubum olsa hayalim vardı...

Davul mu çalsam? (annemleri eve davul alma fikrine ikna edemedim)
Şarkı mı söylesem? (yok o kadar göz önünde olamazdım)
Gitar?! Annem bayıldı bu fikre, hemen gitar aldık. Kursa başladım.
O da ne 'gıy gıy gıy'!!!
Klasikler önümde, şuna bas, buna bas... Ohoooo...
Ben onları çalmak istemiyorum ki, patada kütede gitarı konuşturmak istiyorum.
Bıraktım dersi yarıda.
Elektro gitar aldık. Allah o ses! Elinin değdiği yerle evde gitarın sesi yankılanıyor....
Tabi bunların hiçbiri profesyonel anlamda bir grup kurmamın ya da gruba dahil olmamın temellerini atamadı.
Bu arada sürekli Taksim Tünel'de geziyorum.
O zamanlar Türk rock gruplarının elemanları oradaki müzik dükkanlarında çalışır ya da ziyaret ederlerdi.
Git gel, git gel.
Alt taraflarda da stüdyolar vardı, gittim bir stüdyoya, baktım demo yapmak için çalışan gençler var.
Hem kayıtlarında bulundum, hem eşlik ettim hem de 'sizi duyurmak lazım' diye yeni bi işe giriştim.

Fanzin!
Evet o zamanlar, fanzin modaydı. Fanatik Magazin. Fotokopiyle çoğaltılan dergi...
Atlas pasajı, Aznavur Pasajı, Akmar Pasajı'ndaki dükkanlara bırakıyorsunuz, onlar satınca parasını geri veriyor.
Ben de başladım yine yazmaya...
Yaz babam yaz.

Araya bi kaç şiir, önsöz, sonsöz, haberler, gruplarla röportajlar, duyurular derken 1 sene 'the rock ula' ismini verdiğim fanzini yayınladım.

Tabiki kar sıfır. Hatta cebimden de verdiğim çok oluyordu ama ne batar ne çıkar çok güzel bi işti. Yaşıma ve boyuma bakan dükkan sahipleri gülümseyerek dergileri teslim alıyor ve paralarını almaya gittiğimde de insanların tepkisini, başarımı yorumluyorlardı.

En çok yerin dibine sokan, daha iyisini yapayım diye 'bır bır bır' konuşansa 'metin Abi'ydi' Atlas pasajında çizgi roman dükkanı vardı; Atılgan, Metin Demirhan.. Öğrendim ki rahmetli olmuş...

O dükkanlarda tanıştığım sayısız rock grubu elemanları, yazarlar, karikatüristler, şairler ve sessizce rock müziği takip eden dinleyici ve okuyucular...

Bir gün Güven abiyle karşılaştığımda 'konuklarımda aksilik oldu, gel bu akşam seni konuk alayım' demesiyle bi de Tv'ye çıkmadım mı? :) (Güven Erkin Erkal o dönemin de bu dönemin de tek haber kaynağı, tv ve radyocusu) gittik. Konuk oldum. Ne dedim, ne yaptım hatırlamıyorum ama şimdi bende öyle bir özgüven ve cesaret yok :)

Sonrasında da İstiklal Caddesinde yürürken tanınmaya, ellerime demo albümler tutuşturmaya, evin kapısına kadar yazı getirmeye başladı rock müzik ile ilgilenen herkes :)

Yine bir sonsuz özgüven ve cesaretle Uzan grubunun yaz boyunca düzenlediği Bodrum Kalesi konserlerine el attım.
Organize eden şirketin sahibi Mustafa Uslu aile dostumuzdu. Gittim, konuştum. Anlattım. Türkçe rock müzik de oralarda olmalı, onlarda konser verebilmeli dedim. İkna oldular :)

Bulutsuzluk Özlemi, Pentegram ve seyircilerini İstanbul'dan otobüslerle götürdüğüm, pasajlarda biletlerini sattığım ama Bodrum'dan gelenin olmadığı Objektif, Kramp, Nuri Kurtcebe konserlerini düzenledim. Konaklama, ulaşım herşey süperdi ama şirket gruplara konser paralarını vermeyince hafif fiyaskoyla sonuçlandı...

Sonra 'Türkiye'de rock müzik, nedir ne değildir, ne yapmalıdır diye paneller, söyleşiler düzenledim konusunda uzman kişileri davet ederek...

Şimdi bakıyorum da en yoğun ve en verimli çağım o senelerimmiş.

Girdiğim sokaklardaki tehlikelerden, tanımadığım insanlarla sohbetlerimde olabilecek kötü düşüncelerden bihaber olmasam da belki 'şans' eseri belki de koruyucu melek annemin gizliden de olsa gözünün üzerimde oluşuyla hiçbir tehlike ve kötü düşünceleri hissetmedim... Gerçi hep 'ezan okunmadan önce evde ol' talimatıyla hareket ederdim :)

Şimdi düşünüyorum da; ben olsam izin vermezdim diyeceğim ama 'hayal'lerini gerçekleştirmesine izin vermemek de ne kadar bencilce...

15 sene önce, kimse kimseye bu kadar kötü bakmıyordu, kimse kimseyi sokak ortasında soymuyordu, kimse kimseyi kaçırıp dilim dilim parçalara ayırmıyordu, tecavüz saldırı hiç duymamıştım, İstiklal Caddesi'ne zaten hava karardıktan sonra hiç adımımı atmamıştım ama şimdi gündüz de gidilmez oldu. Her yerden 'müziğin kokusu' gelirdi şimdiki gibi gürültü, görüntü kirliliği ve olaylar yoktu.

Simsim de hayallerini gerçekleştirsin, ben de 'annem' gibi ona yardımcı olayım, yolunu açayım isterim ama sanırım bir sahil kasabasında izin verebilirim :)))))))

Bi yazmak derken nereden nereye varmışım.

Öyle işte seviyorum yazmayı.




16.1.14

gEbe benim, sobee!

Hamileliğimin ilk aylarında Palamutbükü'nde dağ tepe taşları aşa aşa denize giren, Utv tepesinde tangır tungur gezen ben;

Ortalarında 'ne var canım, yardımcıya ne gerek var' diyerek evin tüm işini yüklenen ben;

Biraz fazla cengaver davranmış olacağım ki; dinmek bilmeyen ağrılarla dolu hamilelik geçirmekteyim...

Ortalığı dağınık görmeye dayanamayan pek sevgili eşim ve annemin arama kurtarma çalışmaları sonucu 'yeni bir yardımcı'ya teslim olmuş bulunmaktayım.

Ama kendisi bir abla, yumuşak nazik ve gerçekten yardımcı...

'Eskiden yardımcı mı varmış' diye çok direndim ama galiba zaman o zaman değil, çocuklar o zamandaki gibi bi terlikle başını önüne eğip oturmuyor.

Kocalar eskisi gibi işte eve gelip, evi tamamen kadına teslim etmiş değiller, evin her köşesiyle, gelen temizlikçinin eksikleriyle, yeni alınan, atılan şeyin farkındalığıyla evde varlar :)

Dolayısıyla kadınların başında 'bıdı bıdı' eden kocalar artık eve yardımcı alınmasına müsaade etmekten çok teşvik eder haldeler...

Eski düşüncesiz kocalar out, yeni moda kocalar in diyorum o halde :)))))))

8.1.14

Dik dur eğilme!

Evde bir kahraman edasıyla esip gürlüyorum...

Temizlik de yaparım çocuk da bakarım, çocuk da doğururum!!

Bir yandan Haso; 'Böyle olmaz, kadın alalım. Hamilesin, yapamazsın' derken

Saçlarım vileda, ellerim faraş misali evde temizlik yapıyorum.

Simre'nin de itinayla evin her yerine saçtığı oyuncakları toparlıyorum...

Hadi temizlik bi süre dayanıyor da şu toparlama işi?!

Defalarca yere eğil; minik bir Barbie ayakkabısının tekini al, doğrul..

Yere eğil tokasını al, doğrul

Yere eğil bebek, kalem, kitap topla topla topla topla....

Haftasonu demek Haso'nun da dağıtmaya tam gaz eşlik etmesi demek olunca,

Bi baktım dik duramaz haldeyim.

Ama bi yandan esip gürlemeye devam ediyorum...

'Ne var canım, Simre 3 gün okulda... İki temizlik bir dağınıklık beni yıkamaz bla bla bla... (bu sırada
pili bitmek üzere olan konuşan oyuncak robot hayal edin)

Bu arada tarafımdan ev halkına yasaklar, sınırlamalar geliyor...

'Simre, oyuncaklarınla sadece odanda oyna. Simre, çıkardığın çorabı sepete at. Simre, onu orda yemeeeeee' ve benzerleri de Haso'ya gelince...

Ev halkından isyan geliyor :)

Herşeye ılımlı yaklaşan, sabır taşı ve 'olsuun'cu anne gitmiş yerine sinirli, tahammülsüz ve
ağrılarından şikayet eden 'ana' gelmiş :)

Bu arada hamileliğim de bir kötü bir kötü geçiyor.
Ağrılarım artıyor, ayakta duramıyorum, belim, bacaklarım iflas eşiğinde...

Ta ki en yakın hastanede acile gidiyorum, 'Noluyorum' diye..

Kendime bakmayı, ilaçları içmeyi, su içmeyi unutmuşum da... :)

Ünlü gurmeler neler dedi?

Yaz sezonunu geride bırakırken, Türkiye'de yeme - içme hayatına yön veren ünlü isimlerden yaza dair iz bırakanlar ve kış sezonu için tüy...